Çin Suudi Arabistan’la İran’ı uzlaştırarak büyük bir olaya imza attı. Ancak anlaşmanın uygulanmasında sıkıntılar yaşanırsa Çin’in bölgedeki ilişkileri de zarar görebilir.
10 Mart’ta imzalanan anlaşma Orta Doğu siyasetinde esaslı bir dönüm noktası teşkil ediyor. Suudi Arabistan ile İran’ın yeniden diplomatik ilişki tesis etmekte ve karşılıklı olarak egemenliklerine saygı göstermekte mutabık kalması hiç kuşkusuz bölgede bir değişim havası estiriyor. Şimdi esas soru, bu hava ne kadar kalıcı olur?
1979 İran İslam Devrimi’nden sonra sert bir rekabete tutuşan taraflar, 2016’da Suudi Arabistan’ın bir Şii din adamını idam etmesi ve akabinde İranlı protestocuların Tahran’daki Suudi elçiliğini basması üzerine ikili temasları kesmişti. Rekabetin özünde, İran ve Suudi Arabistan’ın bölgesel siyaseti kendi tercihlerine göre şekillendirme arzusu yatıyor.
Dolayısıyla tarafların elçiliklerini yeniden açma ve ikili ilişkileri canlandırmak için çalışma konusunda mutabık kalması, azımsanacak bir olay değil. Irak ve Umman’ın ev sahipliğinde gerçekleşen bir dizi görüşmenin ardından nihai anlaşmanın Çin tarafından sağlanması ise son derece çarpıcı.
Çin’in Orta Doğu’daki denge stratejisi
Çin’in böyle bir arabuluculuğa soyunması olağan bir durum değil. Çeşitlendirilmiş enerji kaynaklarına güvenli erişim sağlamak, Kuşak ve Yol Girişimi’nin başarılı kılmak ve Batı’yla farklı nitelikte ilişkilere sahip ülkelerle dostluk kurmak isteyen Çin, İran devriminden bu yana oldukça istikrarlı bir hareket tarzı izliyor ve aralarında düşmanlık olsun veya olmasın bölgedeki tüm devletlerle iyi ilişkiler geliştirmeye çalışıyor. İkili ilişkiler tartışmalı alanlarda dahi ilerlemiş olsa da Çin, bölgesel rakipler arasındaki barış görüşmelerinde aktif rol almaktan imtina etti. Eleştiriye maruz kalmaktan kaçınması, denge stratejisinin ana unsurlarından biriydi.
İlişkileri dengeleme stratejisi doğrultusunda Çin 1980’lerde İran-Irak çatışması boyunca iki tarafa da silah sattı. İran’ın nükleer çalışmalarını destekledi ama sonra 1990’ların sonunda Washington’un yoğun baskısı sonucu buna son verdi ve İran’a yaptırım uygulanması konusunda BM Güvenlik Konseyi’nin diğer üyeleriyle uyumlu hareket etti. Ancak bu yaptırımların etrafından dolaşarak İran’la ticaret yapmaya da devam etti.
Hem Suudi Arabistan’la hem İran’la iyi geçinmek isteyen Çin, bu iki ülke arasındaki anlaşmazlıklara pek karışmadı. Nitekim 2016’da Suudi-İran ilişkileri koptuktan birkaç hafta sonra Orta Doğu turuna çıkan Devlet Başkanı Şi Cinping, iki ülkeyle de kapsamlı stratejik ortaklık anlaşmaları imzaladı.
Bunun arka planında Suudi-İran ihtilafına ilişkin planlı bir tarafsızlık politikası vardı. Nitekim o günlerde Çin’in arabuluculuk yapıp yapmayacağı sorulduğunda Dışişleri Bakan Yardımcısı Zhang Ming, “Çin her zaman dengeli ve adil bir tutum izlemiştir” demekle yetindi. Kısaca, yedi yıl önce ortalık karıştığında Çin iki ortağının arasını düzeltmeye çalışmadı.
Anlaşma nasıl uygulanacak?
Asıl mesele bu. Suudi-İran diplomatik ilişkilerinin yeniden tesisi kuşkusuz ki Orta Doğu’nun güvenliği için olumlu bir adım. Ancak Riyad ve Tahran ilişkileri düzeltme konusunda gerçekten samimilerse önlerinde aşılması gereken pek çok engel var. Yemen’deki savaş, İran’ın nükleer programı, Devrim Muhafızları’nın bölgesel faaliyetleri başlıca sıkıntılar arasında yer alıyor.
Durham Üniversitesi’nde doktora çalışmalarını yürüten Suudi-İran ilişkileri uzmanı Tom Walsh Yemen meselesini şöyle değerlendiriyor: “Yemen’de savaşın başladığı 2015 yılından bu yana İran Husilere desteğini kademe kademe arttırdı. Husileri meşru hükümet olarak tanıdı ve Tahran’da Husi büyükelçisine kucak açtı. Bu ilişkiyi Suudileri sıkıştırmak için barış görüşmelerinde koz olarak kullandığı yaygın bir kanı. Dolayısıyla İran’ın, kendisi için büyük bir jeostratejik önem arz etmeyen Yemen’de taviz vermesi muhtemel. Ama bunu zaman gösterecek.”
Gerçekten de bu kritik risk alanlarında neler olacağını ancak zaman gösterecek. Suudi-İran ilişkilerini yakından izleyen uzmanların çoğu, anlaşmanın ruhunun gerçek bir yakınlaşmaya dönüşüp dönüşmeyeceği konusunda şüpheci. Yeni çatışmalardan kaçınmak bile olumlu bir adım olur ama bu dahi tarafları ciddi şekilde zorlayabilir.
Çin’in bundan sonra rolü ne olacak?
Anlaşmanın arabulucusu ya da en azından açıklamada zikredilen üçüncü taraf olarak Çin’in anlaşmanın hayata geçirilmesini sağlayıp sağlayamayacağı veya buna destek verip vermeyeceği kritik bir soru olarak ortaya çıkıyor.
Her şeyden önce bu bir kapasite meselesi. ABD’den farklı olarak Çin’in etki gücü son derece sınırlı. Yabancı topraklarda bir tek Cibuti’de askeri üssü olan ve bölgede önemli bir güvenlik mimarisinden yoksun olan Çin, güç kullanarak veya güç kullanma tehdidiyle anlaşmayı uygulatamaz. Çin’in başka devletlerin iç işlerine karışmama konusunda samimi olduğu var sayılırsa askeri gücün denklemde olmaması, bölgesel devletler nezdinde Çin’e yumuşak güç kazandırabilir. Öte yandan Çin bölgedeki kritik varlıklarını koruyamaz, tecavüzlere cevap veremez. Bu açıdan halen ABD’ye bel bağlamak durumunda.
İkinci ve daha önemli konu ise isteklilik. Çin anlaşmaya aracılık etmiş olabilir ama şiddet veya gerilim patlak verirse elini taşın altına sokması pek muhtemel değil. Bölgedeki tüm devletlerle iyi ilişkiler geliştirmek için uzun yıllardır diplomatik çaba harcayan Çin’in, ortaklarından birine karşı bir diğerinin tarafını tutarak onca çabayı riske atması beklenemez.
Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) üyeleri de İran da Çin’in karşı tarafla ilişkileri nedeniyle zaman zaman homurdanıyor. Çin’in 2021 yılında İran’la imzaladığı 25 yıllık anlaşma Suudi Arabistan’da pek çok yorumcunun tepkisini çekti. Benzer şekilde Çin’in yakın zamanda Hürmüz Boğazı’ndaki üç ihtilaflı ada konusunda İran’ın tutumuna zıt bir açıklama yapması, İranlı yetkilileri kızdırdı.
Çinli yetkililer, KİK ülkeleri ile İran’ı dengelemenin kolay olamayacağının farkında. Çin’in önümüzdeki günlerde Arap hükümdarları ile İranlı yöneticileri bir araya getirecek bir zirve düzenlemek istemesinin bir nedeni de bu farkındalık olabilir. Çin’in artık kendisini bu meselenin merkezine koyması, en hafif deyimiyle ilginç bir tercih.
Esasen anlaşmanın geleceği iki bölgesel devlete – ve de diğer KİK üyelerine – bağlı. Bu devletler anlaşmanın gereğini yaparsa Çin Orta Doğu diplomasisinde muazzam bir zafer kazanmış olur. Ancak yeniden gerilim baş gösterirse – ki bu ihtimal daha güçlü – Çin’in boyundan büyük bir işe kalkıştığı ortaya çıkar. Çin’in anlaşmanın garantörü gibi hareket edemeyeceği veya buna istekli olmayacağı neredeyse kesin. Bu bağlamda Çin hızlı bir diplomatik kazanım adına tarafsızlık politikasını riske atmış oldu. Çin açısından soru şimdi şu: Anlaşma başarısız olursa taraflardan gördüğü itibarı koruyabilir mi?