Türkiye’nin, Suriye’de Amerikan himayesi ve askeri desteği sayesinde otonom bir yönetim inşa eden Kürt örgütü PYD’ye karşı 9 Ekim’de Fırat’ın doğusundaki sınır hattı boyunca başlattığı “Barış Pınarı Operasyonu”nun zamanlamasını kaynağı ülke içinde olan acil gereksinimler tayin etti.
PKK’nın Suriye’deki uzantısı PYD’nin güçlenen varlığı Ankara tarafından “terörle mücadele” argümanına geçerlilik kazandıran genel bir zemin olarak görülse de bu durum, harekâtın neden iktidarın yerel seçim yenilgisinden sonra yapıldığını açıklamaya yetmiyor.
İktidar partisi AKP 31 Mart Türkiye ve 23 Haziran İstanbul yerel seçimlerinden ciddi kayıplara uğrayarak çıktı. AKP’nin ülkenin büyük şehirlerinde uğradığı yenilgide ekonomik krizin rolü büyüktü. Bu faktörler AKP içindeki kopma eğilimlerine ivme sağladı.
Diğer taraftan iktidar, İdlib’den kaynaklanan yeni bir sığınmacı dalgasının Türkiye’nin “Suriyeli sığınmacılar” sorununu daha da içinden çıkılmaz hâle getirmesinden büyük endişe duyuyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan 10 Eylül’de, 3,6 milyon Suriyeli barındıran Türkiye’nin yeni bir göç dalgasını göğüsleyemeyeceğini söylemişti.
“Suriyeliler” Türkiye’nin sadece kaynaklarını ve toplumsal takâtini zorlayan bir sorun değil. Aynı zamanda içeride, iktidara giderek daha fazla siyasi maliyet çıkaran bir sorun. İktidar sözcülerinin, “sığınmacıların Suriye’de oluşturulacak güvenli bölge sayesinde evlerine dönecekleri” mesajını AKP’nin İstanbul’da yaşadığı 23 Haziran 2019 tekrar yerel seçim yenilgisinden sonra neredeyse gündelik bir söyleme dönüştürmeleri de bir rastlantı değil. Türkiye’nin genelinde olduğu gibi Suriyeli sığınmacılar büyük şehirlerde daha ziyade AKP seçmenleriyle aynı semtlerde iç içe ya da komşu mahallelerde yan yana yaşıyorlar. Ekonomik krizin etkisiyle iki kesim arasındaki temas noktalarında artan gerilimler, AKP seçmeninin iktidardan tedricen de olsa uzaklaşmasında rol oynuyor.
Misal, Türkiye’nin kalbi, ruhunun merkezi ve aynası olan İstanbul’da sayıları 479 bin olan kayıtlı Suriyeli sığınmacıların yüzde 73’ü AKP’li ilçe belediyelerinin sınırları içinde yaşıyor.
En çok Suriyeli barındıran 10 ilçenin yedisi AKP’de.
Suriyelilerin oranının en yüksek olduğu 10 ilçenin sekizi de AKP’li belediyeler tarafından yönetiliyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 9 Ekim’de “Barış Pınarı Harekâtı”nın başladığını duyururken “oluşturulacak güvenli bölge sayesinde Suriyeli sığınmacıların ülkelerine dönmelerinin sağlanacağını” da söylemesinin ardında yatan siyasi saik, Türkiye’nin Suriyeliler sorununun iktidar açısından artık taşınması güç bir hâl almış olmasıydı.
“Barış Pınarı Harekâtı” amacına uygun şekilde ilerler ve Fırat’ın doğusunda sınır boyunca 30 kilometre derinliğinde bir arazi üzerinde TSK ve müttefiklerinin kontrolü sağlanırsa, yakın gelecekte İdlib’i terk etmek zorunda kalabilecek olan Suriyeliler belki de Türkiye’ye hiç sokulmadan Afrin ve El Bab bölgeleri üzerinden bu “güvenlik kuşağı”na nakledilerek burada ilk aşamada kurulması muhtemel çadır kentlere yerleştirilebilirler.
“Barış Pınarı Harekâtı” iç politikada Erdoğan’a partisindeki çözülmeyi önlemek ya da baskılamak açısından da bir fırsat sunuyor. Artık AKP’den istifa etmiş bulunan eski “ekonomi çarı” Ali Babacan’ın yıl sonundan önce partisini kurarak muhalefet saflarındaki yerini alması bekleniyor. Türkiye’nin bugün içeride ve dışarıda yaşadığı muazzam boyutlardaki “Suriye krizi”ni Erdoğan’la birlikte kurgulayıp uyguladığı yanlış politikalar sonucunda hazırlayan eski Dışişleri Bakanı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ise Babacan’dan önce davranarak partisini kasım ayında ilan etme hazırlığında olduğu da biliniyor. Bu iki siyasi dinamik son haftalarda AKP’den zincirleme istifalara yol açtı. AKP’deki çözülme trendi partiler kurulduktan sonra daha da hızlanabilir. İşte bu nedenle iktidar, özellikle yerel seçim yenilgilerinden sonra AKP’yi etkisi altına alan merkezkaç kuvvetini zayıflatmak için “Barış Pınarı Harekâtı”ndan faydalanacaktır. Bu yapıldığı sırada, “Türkiye’nin sınır ötesinde teröre karşı bekâ mücadelesi verdiği bir anda AK Parti’yi terk etmenin ihanetle eş değer olduğu” minvalindeki milliyetçi bir söylemin yaygın biçimde devreye sokulması şaşırtıcı olmayacak.
“Barış Pınarı Harekâtı” vasıtasıyla yaratılan bir “olağanüstülük hâli”nin, muhalif siyasetin alanının daraltılması, basın ve ifade özgürlüğünün daha da baskılanması için kullanılacağına dair emareler mevcut.
Sadece 10 Ekim’de yaşananlara göz atmak yeterli.
Misal, Kuzey Ege’de bulunan Kazdağları’ndaki siyanürlü altın madenciliğini protesto etmek için 12 Ekim’de yapılması beklenen “Su ve Vicdan Mitingi”ni organize eden gruplar Suriye’ye düzenlenen harekât gerekçesiyle eylemlerini iptal ettiler.
Misal, sol eğilimli Birgün gazetesinin internet sitesinin yöneticisi Hakan Demir ile haber sitesi Diken’in editörü Fatih Gökhan Diler, söz konusu harekâtla ilgili olarak sitelerinde yayımlanan haberlerin, “halkı kin ve düşmanlığa sevk edici” nitelikte olduğu iddiasıyla gözaltına alındılar. İki gazeteci ardından aynı gün adli kontrol şartıyla serbest bırakıldılar.
Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) eş genel başkanları Pervin Buldan ve Sezai Temelli aleyhinde de harekâtla ilgili açıklamalarında “terör örgütü propagandası” ve “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni alenen aşağılama” suçlarını işledikleri iddiasıyla soruşturma açıldı.
“Barış Pınarı Harekâtı”nın Kürt seçmeni AKP ve Erdoğan’dan daha da uzaklaştırması beklenebilir ve zaten mevcut şartlarda Erdoğan’ın Kürt oylarını kazanma umuduyla siyaset yapmasının zemini yok ama aynı Kürt seçmenin harekâta verdiği destek nedeniyle ana muhalefet CHP’ye karşı da bir küskünlük duygusu geliştirebileceği varsayılabilir. Bu da hâliyle, iktidarın harekâttan elde etmek isteyebileceği yan sonuçlardan biridir.
31 Mart 2019 yerel seçimlerinde Ankara, İstanbul ve Adana gibi büyük şehirlerde aday göstermeyen HDP seçmeni, CHP adaylarının kazanmasında kilit rol oynamıştı.
Nihayet, ABD Başkanı Donald Trump’ın, Suriye’deki harekâtta “sınırı aşması halinde” Türkiye’nin ekonomisini tamamen imha edip ortadan kaldırmakla tehdit etmesi, “Barış Pınarı” sayesinde Erdoğan iktidarına ekonominin iç nedenlerden kaynaklanan kötü durumunu dış nedenlere bağlama, Türk Lirası’nın süre giden kırılganlığını bir Amerikan komplosu olarak gösterme imkanı sunuyor.