Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un 10 Mayıs’ta attığı tweet’te, “Özledik! Ama az daha sabır. Birlikte başaracağız...” yazıyordu. Altun, özlenenin ve uğruna sabır telkin edilenin ne olduğunu tweet’ine eklediği bir fotoğrafla anlatmıştı: Görseldeki, Ayasofya idi. “Birlikte başarılacak olan” da Türkiye İslamcılarının on yıllardır siyasetleri icabı ateşini kâh harlayıp kâh küllendirdikleri bir “dava”ydı: İstanbul’daki Ayasofya Müzesi’nin camiye dönüştürülmesi.
27 Aralık 537’de, Bizans döneminde Yunancadaki adıyla Hagia Sophia (Tanrısal Bilgelik) Kilisesi olarak açılan Ayasofya 916 yıl sonra 29 Mayıs 1453’te İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedildiği gün camiye çevrilmişti. Ayasofya, nihayet aradan geçen 481 yılın ardından, 24 Kasım 1934’te, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin Bakanlar Kurulu kararıyla müzeye dönüştürüldü.
Dolayısıyla Ayasofya’nın cami olarak yeniden ibadete açılması, Türkiye’deki İslamcılığın büyük özlemidir. Ortaokuldan başlayarak eğitim kurumları ve kamuda başörtüsü yasakları ile Sünni-İslam inancına göre dini eğitim veren İmam-Hatip liseleri üzerindeki “kısıtlama ve baskıların” kaldırılmasından sonra İslamcı hareketin elinde, üzerinden siyaset yapılabileceği tek mağduriyet konusu olarak “Ayasofya” kalmış bulunuyor.
Altun’un “Ayasofya tweeti” büyük ilgi gördü: 12,4 bin defa yeniden tweet’lendi, 57,6 bin beğeni ve 4,2 bin cevap aldı. Bu etkileşimin içinde belirli bir “troll katkısı”nın olduğu elbette varsayılmalıydı ama bu bile İslamcıların “Ayasofya Camii davası”nın diri kalmaya devam ettiği gerçeğini ortadan kaldırmaya yetmezdi.
Altun’un Ayasofya tweet’inden bir gün sonra bu kez iktidara yakın Yeni Şafak gazetesinin internet sitesinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Kuran okurken gösteren bir video yayınlandı. Devlet dairesini andıran bir mekanda çekilmiş videoda Erdoğan masalardan birine oturmuş, usul gereği yüksek sesle ve Arapça Kuran okurken görülüyordu.
Videonun alt yazısında, Erdoğan’ın Ramazan ayında Kuran’ı Kerim’i hatmetmeye başladığı ve 20 sayfalık 30 cüzden oluşan kutsal kitabın 25’nci cüzüne geldiği kaydedilmişti. Yeni Şafak, “Ramazan ayının henüz 18’nci günü olmasına rağmen Erdoğan’ın 25’nci cüze gelmesinin sosyal medyada dikkat çektiğini” belirtiyordu.
Cumhurbaşkanı’nın ağzından çıkmış gibi, “25. Cüzdeyiz” şeklindeki bir “alıntı”, bir dakikalık videonun ilk 14 saniyelik bölümü boyunca görüntüye monte edilmiş halde duruyor ve böylece Kuran okuma görselinin bir propaganda malzemesi olma vasfı daha da pekişiyordu. Bu video, Türkiye’de dinin siyasete alet edilmesinin çarpıcı bir örneğiydi.
Erdoğan’ı Kuran okurken gösteren bir videoyu ilk kez izlemiyorduk, lâkin bu görsel malzeme, Fahrettin Altun’un “Ayasofya tweeti”yle birlikte, birbirlerini güçlendirdikleri için daha büyük bir anlam kazanıyordu.
Siyasi propagandada dinsel öğelerin hangi yoğunluk ve aşırılık seviyesinde kullanıldığı, Türkiye’deki ana akım İslamcı hareketin ruh hâlini anlamak açısından bir “stres barometresi” işlevini görür. Erdoğan ve partisi AKP’nin siyasal iletişiminde dinsel öğelerin yeri ve ağırlığı artmışsa bilin ki iktidarın stresi de artmıştır.
Bu duygu hâlinin bir önceki örneği, Türkiye’de 31 Mart 2019’da yapılan ve iktidarın büyük şehirleri kaybetmesiyle sonuçlanan yerel seçimler öncesinde Erdoğan’ın yürüttüğü kampanyaydı. Yenilginin öngörüsü iktidarda o denli büyük bir panik ve endişeye neden olmuştu ki, Erdoğan muhafazakar seçmenin partisinden uzaklaşmasını önlemek için din eksenli kutuplaşmayı elindeki fırsatları sonuna kadar zorlayarak derinleştirmeyi denedi.
Misal, 15 Mart 2019’da Yeni Zelanda’nın Christchurch kentinde düzenlenen cami katliamlarının bizatihi saldırganı tarafından yayınlanan ses ve görüntüler, olaydan hemen bir gün sonra, Tekirdağ kentindeki AKP mitinginde Erdoğan’ı dinlemek için toplanan kalabalıklara, dev ekrana yansıtılarak izlettirildi.
İşte, iktidar açısından stres düzeyi görülmemiş ölçüde yüksek bu seçim kampanyasının son haftasına girildiğinde Erdoğan, son çare olarak elindeki güçlü kartı kullanmaya karar verdi ve “Ayasofya davası”nın ateşini harladı. Seçimden sonra Ayasofya’yı ibadete açabileceklerinden bu kampanyada ilk kez 24 Mart’ta bahsetti.
Yeni bir formül bulunmuştu: “Ayasofya Müzesi”nin adını “Ayasofya Camii” olarak değiştirmek... Formülün mantığını da şöyle açıkladı: “Seçimden sonra Ayasofya’ya giriş ücretsiz olabilir. Nasıl Sultanahmet Camisi'ne turistler geliyorlar, herhangi bir ödeme yapıyorlar mı? (...) Aynı şeyi Ayasofya'da da yapar. Müze statüsünden çıkar.” Ayasofya böylece Müslümanların ibadetine açılacak ama turistler de bu mabedi gezmeye devam edeceklerdi; tıpkı çinileriyle meşhur Sultanahmet Camii’nde olduğu gibi.
İki gün sonra, 26 Mart 2019’da İstanbul’daki bir kapalı salon toplantısında Erdoğan, “Seçimlerden sonra Ayasofya’yı aslına rücu ettireceklerini” tekrarladı. Aynı mesajı seçime iki gün kala İstanbul’da yine verdi, üstelik bu kez “Ayasofya ile ilgili planlarını uygulayacaklarına” dair teminat olarak kendisini gösterdi: “Erdoğan’ın ağzından laf bir kere çıkar.”
Mamafih AKP’nin İstanbul’da Büyükşehir Belediye Başkanlığı için yarışan adayı Binali Yıldırım 31 Mart 2019’da yapılan seçimi 18 bin oy farkla kaybetti; Erdoğan’ın bu yenilgiyi kabul etmemesi üzerine 23 Haziran’da tekrarlanan seçimlerde aradaki fark olağanüstü biçimde açıldı ve 800 bini geçti. Erdoğan İstanbul’u bu kez hezimete uğrayarak kaybetmişti.
23 Haziran 2019’dan Fahrettin Altun’un 10 Mayıs 2020’de attığı tweet’e kadar Cumhurbaşkanı ve yakın çevresinden birinin Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi gayesinden söz ettiği duyulmadı. O hâlde, “Ayasofya Camii davası” ateşinin şimdi yeniden harlanmasının nedeni ne olabilir?
En basitinden başlayarak, alışveriş merkezlerinin 11 Mayıs’ta açılmasına rağmen camilerin ibadete kapalı tutulmasının dindar kesim üzerinde yarattığı söylenen rahatsızlık mı? Ya da, küresel COVID-19 salgınının Türkiye’deki ekonomik krizi daha da derinleştirmesi nedeniyle iktidarın seçmen tabanında başlayan homurdanmaları ve çözülme eğilimlerini dini kullanarak bastırma arayışı mı? Yoksa, iktidarını güvence altına almak için baskın erken seçim seçeneğini de ihtiyat kabilinden elinin altında bulundurmak isteyebilecek olan bir Erdoğan’ın ortamı buna hazırlaması mı?
Bu bakımlardan 29 Mayıs 2020, takvimlerde işaretlenmesi gereken bir tarihtir. Şu nedenle: 15 Mayıs’ta Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, camilerin 12 Haziran’da tekrar açılacağını duyurmuştu. Aradan sadece üç gün geçtikten sonra, Cumhurbaşkanı Erdoğan bu tarihi 18 gün öne alarak, uygun olan camilerin 29 Mayıs’ta Cuma namazıyla birlikte ibadete kısmen açılacağını ilan etti. Bu değişikliğin nedeni siyasetle mi ilgiliydi yoksa Türkiye’nin COVID-19 salgınıyla mücadeledeki başarısının beklenenden de büyük olmasıyla mı?
29 Mayıs 2020 aynı zamanda İstanbul’un fethinin ve Ayasofya’nın camiye çevrilmesinin 567’nci yıl dönümü. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 31 Mart 2019 yerel seçimlerinin öncesinde verip de tutmadığı sözünün gereğini yerine getirmeyi 29 Mayıs 2020’de deneyebilir mi?
Ayasofya Müzesi’nin adını “Ayasofya Camii”ne çevirip giriş ücretini kaldırmak İslamcıların ağzındaki son mağduriyet anlatısının da tüketilmesi anlamına gelecektir. Erdoğan bunu şimdi ister mi?
29 Mayıs 2020 eşiği nasıl geçilirse geçilsin ve yukarıdaki soruların cevapları ne olursa olsun, Ayasofya Müzesi’ni camiye çevirmek göründüğü kadar basit değil.
Sadece Hristiyan dünyasından gelecek olan tepkiler açısından değil... Ayasofya şimdi bir müze olduğu için İslam ve Hristiyan geçmişine ait sembolleri bir arada barındırabiliyor. Cami olarak ibadete açılırsa ortaya dinsel ve siyasal bir komplikasyonun çıkması söz konusu olacak.
Erdoğan’ın öncesinde, Ayasofya’yı camiye dönüştüreceği vaadinde bulunduğu 31 Mart yerel seçimlerinden beş gün sonra Al-Monitor, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı’na şu soruyu yöneltmişti: “Kilisede veyahut Hristiyanlıkla ilgili sembol ve görsel içeriklerin bulunduğu kapalı mekanlarda namaz kılmak dinen caiz midir?”
5 Nisan tarihli sorumuza muhatap olan ilgili makamın 8 Nisan’da verdiği cevap özetle şöyleydi: “Başka yerde namaz kılma imkanı varsa, kilisede namaz kılmak mekruhtur. Kilise veya sinagogda namaz kılmak zorunda kalındığında imkan varsa resim ve heykellerin üzerinin örtülmesi gerekir.”
Ayasofya Müzesi yeniden camiye dönüştürülürse, 1453’ten sonra üzerleri sıvayla örtüldükten yüzyıllar sonra müzeye çevrildiğinde gün ışığına çıkarılan Hristiyanlıkla ilgili maddi ve manevi değeri paha biçilmez mozaikler ve sair simgelerin akıbeti ne olacak? Mekanda namaz kılınabilmesi için bunların üzerleri yeniden mi sıvayla kaplanacak ya da brandayla mı örtülecekler?
Ve böyle yapılırsa, bir zamanlar müze olarak insanlığın ortak kültür mirasının parçası olan bu büyük tarihi yapının yeni halini dünya karşısında savunmak için Türkiye, geçerli ve meşru argüman bulabilecek mi?
Ayasofya’yı camiye çevirmeden önce Erdoğan hükümetinin cevabı üzerinde hassasiyetle çalışması gereken soru budur.